KONUK YAZARLAR

ALDATILDIĞIMIZ İÇİN SUÇLANAMAYIZ!..

Bir sürü olumsuzluk yaşıyoruz; adaletsizlik, yolsuzluk, hırsızlık, ahlâksızlık, eşitsizlik, din tüccarlığı karşısında aldatılma, kamu malına el uzatma, halka ait olana el konulması karşısında ses çıkartmama gibi…

Say sayabildiğin kadar…

Bu kadar olumsuzluğun yaşanmasında hiç mi sorumluluğunuz yok?

Bize bunları yaşatanlara “yetki” veren biz değil miyiz?

Bugün en tepemize çıkarttığınız kişinin “Ver yetkiyi, gör etkiyi” sözlerine kanmadık mı?

Dinimizi inandığımız gibi yaşamayalım mı?” sözleri ile aldatılmadık mı?..

***

Bak benim güzel kardeşim;

Eski Hazine ve Maliye Bakanımızın:

“Neo klasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım, günümüzde giderek ön plana çıkan davranışsal ekonomi ve nöro ekonomi ile daha fazla önem kazanmaktadır” sözleri (1) ile dalga geçmeye kalkışan bizleriz.

Alanında bu sözlerin doğruluğu/yanlışlığı tartışılabilir elbette.

Lakin, ekonomi bilimi içerisinde, bu önermenin bir değeri ve yeri olduğunu unutmayalım.

Dil bize yabancı olduğu için söyleneni anlayamıyoruz.

Bilimin dışında kaldığımız için de eski Maliye Bakanımızı “cahil” olmakla suçluyoruz!

Doğru mu?

Peki, ne kadar haklıyız!?

Gerçekte cahil olan o değil, biziz güzel kardeşim…

Neleri bildiğimizi, neleri bilmediğimizi bile bilmiyoruz!..

***

Çok değerli bir yazarımız, bir makalesinde; Türkiye’nin diğer ülkelerle; adalet, yoksulluk, rüşvet, yolsuzluk, refah ve mutluluk gibi konularda yapılan karşılaştırmalarda sınıfta kaldığına ve bu çöküşün sorumlusunun biraz da vatandaş olduğuna vurgu yapmış… (2)

Benzer bir vurguyu yıllar önce dünya çapında ünlü şairimiz Nazım Hikmet, “Dünyanın en tuhaf mahluku” adlı şiirinde:

“Ve bu dünyada, bu zulüm
                       senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
                      kabahat senin,
                     – demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! “ diyerek yapmıştı…(3)

Ben bu fikre katılmıyorum…

Ezilmenizin başlıca sorumlusu biz değiliz ki!..

***

Kötüye gidişte sorumluluğunun çoğunu vatandaşa yükleyen anlayışa kesinlikle katılmıyorum.

Zira:

Tarlaya ne ekersen onu biçersin…

Ve:

Elma ağacı dikersen, kiraz bekleyemezsin…

Bu yüzden tarlayı ekeni ve elmayı dikeni sorumluluğa ortak etmek, gerçek sorumluları “gizlemekten” başka bir işe yaramıyor…

Yaramıyor da…

Güven duygusunu zedeliyor.

İnsanlar,”Demek ki bütün kabahat bendedir ve ben bir işe yaramıyorum” diyerek, güven bunalımına düşerek, edilgen hale geliyorlar…

***

Gerçekte her türlü kötüye gidişin başlıca sorumlusu Devleti yönetenlerdir.

Yurttaşları bilerek/isteyerek cahil bırakmak suretiyle, daha kolay yöneteceklerine inanan anlayışın seçtiği temel argüman “aldatma” ve “güven bunalımı” yaratmaktır…

Cahil halkı aldatmak çok kolaydır.

Hele de bu dünyadakinden başka bir yaşamın daha olduğuna inanları, o yaşam ile aldatmak çok daha kolaydır.

Serbest rekabet”i esas alan kapitalist sistemde; herkesin aynı refah düzeyini tutturabilmeleri zaten mümkün değildir.

Bu sistemde daima güçlü olanlar zayıf olanları ezer ve haklarını gasbederler.

Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” teorisi (4) zaten bu anlama gelmektedir.

Devlet aradan çekilince; geniş yığınlar fakirleşirken, küçük bir azınlık zenginleşir.

Bir tek ihtiyaçlarının çoğunu para ile satın alabilen zenginler, liberal ekonomik sistemde mutlu yaşayabilirler…

Bu gerçeğe göre üretilen politikalarda, geniş yığınların daima aldatılmaları olanak dahilindedir ve şarttır.

Aksi düşünce “sosyal devlet” fikrini yaratmıştır.

Ancak demokratik-sosyal devletlerde halk örgütlenip kaderine el koyabilir ve sadece temsil ettikleri sınıfın çıkarlarını gözeten yönetimleri alaşağı edebilirler…

***

Egemen sınıfların, kendi açılarından bu “tehlike”yi berteraf etmelerinin başlıca yolu; ezilenlerin örgütlenmesini önlemektir.

Bir önceki yazıda etraflıca anlattığım “Seçimlerin Etkisiz Elemanları:Emeklilerdir” başlıklı yazı (5) bu fikrin, akılda en kalıcı örneklerinden biridir…

16 milyonu aşkın emeklinin örgütlü hareket edebildiğini bir düşünün!

Onları ciddiye almayacak siyasi parti olabilir mi?

En temel ihtiyaçlarının karşılanması için siyasi iktidara yalvarıp yakarmalarına gerek kalır mı?

Çöplerden sebze ve meyve toplama rezilliğini yaşamaları söz konusu olabilir mi?

Bir ayağa kalkabilseler, istedikleri siyasi partiyi iktidar yaparlar ve önlerinde hiçbir engel duramaz!

Tıpkı emekliler gibi çıkarları farklı başlıklar altında toplanan diğer hak kesimleri de örgütlü hareket edebilseler “yağma düzenini” sürdürmek mümkün olamaz!..

***

İşte bu yüzden dolayıdır ki, bir şekilde siyasi iktidarı ele geçirenler, iktidarlarının devamlılığını sağlamak için halkın örgütlenmesini zorlaştırır veya imkânsız hale getirirler.

Bunu gerçekleştirdiklerinde, yaptıkları hukuksuz işlerin hesabını vermekten de kurtulmuş olurlar.

Halkın örgütlenmesinin önüne geçmenin en kolay ve pratik yolu:

Örgütlenmeyi yasaklamadan, örgütleri etkisiz hale getirmektir.

Yani sivil toplum örgütlerini bölmektir

Bölme işi; etnik, dini-mezhepsel, bölgesel vb. gibi pek çok faktöre göre yapılabilmektedir.

İşte o zaman da sivil toplum örgütlerinin yönetim üzerinde bir ağırlığı kalmamaktadır…

Böl ve yönet”(6) teorisi hayata geçirilmiş olmaktadır…

***

Bugün Türkiye’de gözlemlediğimiz “sınıf atlama” gerçeği, emekçi sınıfın örgütlenmesinin önündeki bir diğer engeldir.

Siyasi iktidar, kamu mallarını ve gelirlerini yandaşlarına aktararak onlara, sınıf atlama olanağını sağlamaktadır .(7)

Bunun nasıl yapıldığına dair çarpıcı bir örneği 7 numaralı dipnotta okuyabilirsiniz.

Emek harcamadan, -havadan- yeni bir yandaş “sermaye sınıfı” ortaya bu şekilde çıkmaktadır.

Öte yandan toplumu çağdaş eğitimden uzaklaştırarak; din-mezhep temelinde eğitime ağırlık verilip; üretime bir katkısı olmayan, siyasi iktidara göbeğinden bağlı, sözde çalışan (imam-hatipli) bir başka sınıf yaratılmaktadır.

Siyasi iktidarın değişmesi halinde, huzurlarının kaçacağı kendilerine sürekli hissetirilen bu kesim, telkinle veya kendiliğinden siyasi iktidarın arka bahçesi olarak konumlanmakta ve iktidarın değişmemesi için “görev” yapmakta ve çabalamaktadır…

***

Geçmişe doğru baktığımızda şu tablo son derece aydınlatıcıdır:

Hazine verilerine göre; 2002’de 131.8 milyar dolar olan Türkiye’nin dış borç yükü 31 Aralık 2023 tarihi itibariyle 500 milyar dolara dayanmıştır. (8)

21 yılda borcumuz 368 milyar dolar artmıştır.

Özelleştirmelerden, arazi satışlarından ve vergi gelirlerinden toplanan paralar bir yana; bu kadar büyük para, yatırım yapılmadığına göre nerelere harcanmıştır?

Oto yollar, köprüler, havalimanları, şehir hastaneleri yap-işlet-devret yöntemi ile yapıldı; Devletin cebinden bir kuruş çıkmadı.

TOOG; İHA, SİHA ve KAAN’lar (Savunma Sanayinin bel kemiği) deseniz onlar da girişimcilerin paraları ile yapıldı; hiçbiri için Devletten bir kuruş kredi alınmadı.

O halde, bu kadar büyük paralar nerelere harcandı veya kimlerin cebine girdiler?

Bu ve benzer türden sorulara verilen yanıt genellikle:

Devletimizin “beka sorunları var”; “Vatan-Millet-Sakarya” ve “Katil İsrail” şeklinde olmaktadır!…

Beka sorunlarımız vardır elbette:

Kimilerine göre sayıları 4-5 milyon, kimilerine göre ise 13 milyonu geçen sığınmacıların ülkemize kabul edilmeleri başlı başına bir beka meselesidir.

Sınırlarımızın kevgire çevrilmesi de öyledir.

Aynı şekilde; sırf sıcak para getirecekler diye, dünyanın en tehlikeli mafyalarına Türk vatandaşlığı verilmesi can ve mal güvenliğimizi tehdit eden başka bir beka meselesidir…

Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde yer alarak, komşularımızla düşman hale gelmemiz de bir beka meselesi olarak gündemin ön sıralarında yer tutmaktadır.

ABD ve AB’nin NATO güçlerini Karadeniz’e sokabilmek için “Kanal İstanbul” projesine bizi mecbur etmeleri de öyledir…

Hepsinden önemli beka meselesi, yurttaşların kendilerine ve devlete olan güvenlerinin zedelenmesidir…

Asıl çelişki, bu beka meselelerini yaratanların, çözüm için halktan destek istemekteki ısrarlarıdır!..

Denebilir ki, onlar için gerçek beka meselesi, kendi iktidarlarını sürdürmeleridir!..

***

Şimdi gelelim zurnanın “zırt” dediği yere:

Bu “iletişim çağı”nda dünya nereye gidiyor, biz nereye gidiyoruz?

İşte bu can alıcı sorunun doğru yanıtını alabilmek için siyasi iktidarlara olan bağımlılığımız büyük ölçüde azalmıştır.

Evet azalmıştır.

Çünkü başka objektif kaynaklara başvurma olanağımız doğmuştur.

İnternet dünyamıza girmiş ve değişik kanallardan olup biteni; öğrenme, yorumlama ve analiz etme olanağını sunmuştur.

Ve artık:

Bilgi kirliliği”ni aşarak, çıkarlarımızın nerede olduğunu kavrayacak şekilde bilimsel verilere ulaşma olanağımız bulunmaktadır.

Buna göre de doğru seçimleri yapabiliriz.

O yüzden de ancak bundan sonra, hatalı karar vermiş olmaktan ötürü sorumlu tutulabiliriz…

Bugüne kadar “aldatılmış” olduğumuz için suçlanamayız!..

Cahil bırakıldık, istismar edildik ve bunun doğal sonucu olarak da aldatıldık!..

Av. Cemil Can

DİPNOTLAR:

(1) https://www.gazeteduvar.com.tr/nebatiden-epistemolojik-kopus-yorumu-hem-alayli-hem-mektepliyim-haber-1583516

(2) https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/orhan-bursali/hey-turkiye-nasilsin-2191645

(3) https://www.yeniduzen.com/kabahatin-cogu-senin-canim-kardesim-6520yy.htm

(4) https://tarihibilgi.org/birakiniz-yapsinlar-birakiniz-gecsinler-kisaca-ne-demektir/

(5) https://chp-muhalefethareketi.biz.tr/2024/03/24/secimlerin-etkisiz-elemani-emeklilerdir/?fbclid=IwAR0UvIFdDG2Q3r1FWiWLNYPEQCJqCe4wiM3mS2xpTPZr_vNefPKha3VqeYA_aem_AWfQl7_Qfp9tj1OMg1PpjAVokGuqYOYD0O8oVasH564Cbgq2HL0Pu0zaxVA3EAwHH8hM1av17zSsNDq5wQWz5ey-

(6) “Böl ve yönet” politikası; Latince: “divide et impera” deyiminden kaynağını almıştır. Rakiplerini bölerek ya da onları bölünmüş vaziyette tutarak zayıf durumda bırakmak isteyen devletlerin veya hükumetlerin izledikleri bir yoldur.

(7) İcraat, 1973 yılında İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden mezun olan ve 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ın bilgisi içerisinde gerçekleşti: Fatih’te Vatan Caddesi’ne cepheli –üzerinde inşaat yapılamaz– bir yeşil alanı yandeş bir şirket 25 milyon liraya satın aldı. Bir süre sonra, başkanın kontrolündeki belediye, bu arsaya “imar izni” verdi. Daha sonra aynı arsayı belediye 430 milyon liraya geri aldı ve tekrar “yeşil alan” yaptı. Her iki alım satım Belediye Meclisi’nin kararı ile yapıldı ve yasaldı! Sonuçta belediyenin (kamunun) 117 milyon lirası din-iman ticareti yapmaktan başka sermayesi olmayan bu yandaş işadamına aktarılmış oldu… Yeni sermaye sınıfı bu örneğe benzer icraatlarla (!) yaratıldı…

https://www.sozcu.com.tr/tayyip-efsanesi-dipsiz-kuyuda-eridi-p35674

(8) https://www.sozcu.com.tr/turkiye-nin-dis-borcu-500-milyar-dolar-p35996

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir