KONUK YAZARLAR

TEKBİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİR!..

Ben bu yazıyı yazarken depremde ölenlerin sayısı 29 bin 605 olarak veriliyordu.

Bütün televizyonlar da enkaz altından kurtarılanlarla ilgili canlı yayınlara devam ediyorlardı.

Çıplak gerçeği ise İTÜ Maden Fakültesi Jeofizik Mühendisliği’nde ve Maltepe Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünde öğretim üyesi; 17 kitabı, 420 bilimsel yayını ve Türkiye sorunlarına yönelik 905 araştırma tasarımı olan, Senato ile Şantiye dergileri ve Beşiktaş, Türksolu, Yeşil Dünya gazetelerinde köşe yazarlığı yapan Jeofizik Yüksek Mühendisi aynı zamandaTürk dili araştırmacısı, sivil toplum örgütçüsü Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan söyledi.

Bu adama haddini bildirecek biri yok mu?

Ahmet, Mehmet, Süreyya ve Sedat, Vedat ile Davut ve de Aydın ile Yılmaz nerelere kayboldunuz?..

***

Prof. Ercan diyor ki:

Enkaz haline gelen 7 bin yapıda 56 bin konut vardı.

Deprem gece saat 04.17’de oldu.

En az 189 bin kişi uyurken depreme yakalandı.

Yaralı olarak kurtulanlar 80 bin kişi olduğuna göre, göçüğün altında kalanların sayısı 109 binden aşağı olamaz.

Enkazdan çıkartılanların sayısı da 25 bin olduğuna göre, şu anda enkazın altında 74 bin kişi olması gerekir…

Kaçı yaşıyor, kaçı ölmüştür, belli değildir…

Bu adamı susturacak, verdiği rakamları ters çevirip kafasına çarpacak diploması yeterli, eli mala uttan bir “yiğit” yok mu aranızda?..

***

O zaman ben de sahadan bilgi veriyorum.

Muhabir, enkazdan yakınlarının çabaları ile zar zor kurtarılan bir “zede” ile konuştu:

“İlk iki gün enkazın başına gelen olmadı. Sala’yı duyunca benim için okunduğunu düşündüm.

Yoksa ben ölmüş müydüm!

Yanımda bulduğum bir taş parçası ile önce alnıma vurdum, sonra duvara dokundum.

Yaşadıklarımı anlatacak kelime bulamıyorum.

O üç gün kabus gibiydi….”

Halen de “tekbir” seslerini duyunca kendimi musalla taşında sanıyorum!

Bu hikayeciğin öznesi hastaneye kaldırıldı…

***

Yaşanan felâket anlatılacak gibi değildir:

Türkiye “dördüncü seviye” alarm durumu ilan etti.

Dünyanın her tarafından yardım istedi.

Birleşmiş Milletler ise “üçüncü seviye”den alarmı verdi.

Ve insanlık ölmedi:

95 ülkeden “yardıma hazırız” mesajları geldi.

79 ülke, gecikmeden ekiplerini Türkiye’ye gönderdiler…

Teşekkürler…

***

Yolun sağ tarafındaki enkazın başındayız.

Polonyalı kurtarma ekibinin lideri, defterine kısa bir not düştü.

Tercümanden ne yazdığını öğrenebiliyoruz:

“İlk gün, enkazların çoğunun altından sesler geliyordu.

Fakat, müdahale edecek ekip yoktu.

Olay yerinde gönüllüler vardı; başlarında profesyoneller yoktu, şaşkın bakışları ile bir öteye bir beriye koşturup duruyorlardı.

İkinci gün, arama kurtarma ekipleri geldi.

Ne yapabilirlerdi ki, yeterli ekipmanları yoktu.

Biz üçüncü gün gelip, görevi devraldık.

Köpekleri enkazlara saldık; hassas aletleri çalıştırdık, bu defa da sinyal alamadık!

Çok geç kalmıştık çoookk!…”

***

Bir diğer arama-kurtarma ekibinin lideri, Koreli arkadaşlarına bir şeyler anlatıyordu.

Ekiptekilerden her biri ne yapacağını çok biliyor.

Eğitimli oldukları, disiplinlerinden belli oluyordu.

Bir süre sonra, ekibin lideri tercümanın yanına geldi; izleyici durumunda olanları uyarmasını söyledi.

Tercüman:

“Arkadaşlar; bu arkadaşların çalıştığı aletler; en küçük seslere, ısıya ve hatta nefes alıp vermeye bile duyarlıdırlar. Ses çıkartmayın, gürültü yapmayın, biraz daha uzaktan izleyin. Çünkü sizden çıkacak sesler, vücut ısınız ve nefesinizi aletler algılayabilir ve enkaz altındakilerin yerlerinin doğru olarak tespit edilmesini başaramayabilirler” dedi.

Tercüman, “dediklerim anlaşıldı mı” der gibi bizimkilerin yüzüne baktı.

Cevap vermediler; Tercümanın söylediklerini anladılar galiba!..

***

Ekip, söylenenlerin yapılacağı inancıyla işlerine koyuldu.

Sıfırın altında soğukta, kan-ter içerisinde çalışıyorlar.

Birkaç saat sonra enkazdan bir çocuğu çıkarttılar.

Adı: “Dilara”ydı, kendisi söyledi.

Sorulan sorulara doğru cevaplar veriyordu, durumu çok kötü değildi…

Bizimkiler, bir alkış tufanı koparttılar, bütün ekip geri dönüp onlara baktı.

Kurtarma köpeği ise korkup kaçtı.

O eğitimli köpeği bir daha enkaza sokamadılar…

***

Tercüman hastanelerde “susunuz” işareti yapan hemşire fotoğrafındaki gibi sürekli işaret parmağını ağzına götürerek, bizimkileri uyarmak zorunda kalıyordu.

Bizimkiler, azar yemiş çocuk gibi başlarını önlerine eğiyorlardı.

Bu defa söylenenleri anladılar galiba diye düşündü…

Ekibin lideri, böyle tepkilere alışık biriydi belli.

Arkadaşlarına işaret verdi, yeniden işlerine koyuldular…

Biraz sonra, Dilara’nın annesi Rümeysa’yı çıkarttılar.

Ekibin doktoru damar yolunu açarken, izleyenlerden biri, davudi sesiyle “üzerini örtü atın, günahtır” diye kıyameti kopardı!

Galiba hanımefendinin saçının bir teli gözükmüştü…

Ekibin lideri, geri dönüp sedyeyi istedi.

Rümeysa elden ele ambulansa taşınırken, o ses yeniden havayı yırttı:

“Tekbiiiiiiiiiiiiiiiirrrr, tekbiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir!”

Kalabalık hep bir ağızdan olanca güçleriyle:

“Allahüekber, Allahüekber” diye bağrdılar…

Defalarca tabii ki…

Ekiptekiler gerçekten çok korktular.

Akıllarına Çanakkale Savaşları ile ilgili anlatılanlar geldi.

57 Alayın “süngü saldırısı”nı yapan erler, “Allah, Allah” nidalarıyla düşmana saldırıyorlardı…

Ne günlerdi ama…

***

Birkaç dakika ambulansın peşinden yürüyen o kendini kaybetmiş o kalabalık, bu defa da başka bir enkazın önünde durdu.

Kurtarma ekibinin sırtındaki harflerin bazıları tersti.

Belli ki, bu kurtarma ekibi Yunanistan’dan gelmişti.

Onların da hassas çalışma aletleri vardı.

Şimdi de komşumuz Yuyanistan ekibini izliyorlar.

Kısa bir süre sonra, kazdıkları tünelden Oğuzhan’ın eli gözüktü.

Sarı saçlı, mavi gözlü güzel bir çocuktu.

Evet, evet yaşıyordu; sarı kola istedi bir abisinden…

Bizimkiler tekrar heyecana geldiler; tekbir sesleri ile etrafı inlettiler.

Gürültünün şiddeti, artçı deprem kuvvetindeydi…

Bak sen şu işe hele:

Bu şok dalgasıyla aletlerden en hassas olanı bozuldu, iyi mi?..

Ekiptekiler, liderlerinin gözüne baktılar; o çalışmaya devam işareti verdi.

O aleti kenara aldılar.

Demek ki, her koşul altında kurtarma yapabiliyorlar, Yunanlılara da aferin…

***

Burasını iyi dinleyin beyler:

Yarısı Gök Tanrı Dini’ne inanan, diğer yarısı Ortodoks Hrıstiyan olan soydaşlarımız; Rusya’nın Sibirya bölgesinden, taa Yakutistan’dan kalkıp, yardım için buralara kadar gediler.

Kulaklarının dibinde tekbir getirerek ne yapmaya çalışıyorsunuz?..

Hadi soydaşlarımız anlayışlıdır diyelim de, enkazdan çıkan çocuklar avazı çıktığı kadar bağıran bu insanları görünce nasıl bir duyguya kapılırlar?

Bunu da mı düşünemiyorsunuz?

Üzerlerinde psikolojik bir çöküntü yaratmaz mı?

Burada “tekbir” ne işe yarar ki?!…

Lütfen ama lütfen, kendinize gelin!..

***

Yazıya tekbir sesleri başladık da öyle gidecek değiliz herhalde.

Uzmanların ne dediklerini de göz atacağız elbette.

Önce, çıplak gözle etrafta ne var ne yok ona bakalım:

Olay yerinde nervürlü demir yoktu, bu kesin.

Mevcut demirler ise, olması gerekenden çok daha inceydilerler.

Üzerlerine yapışık beton da gözükmüyordu.

7-8 katlı binalar; kum, çakıl, tuğla ve moloz artıkları ile teressübat yığını haline gelmişlerdi.

Kolanlar un ufak olmuştu.

Bu yığının altında “yaşam üçgeni” oluşabilir mi?

Hiç sanmıyorum.

Yüce Tanrı’nın şu hikmetine bakın ki, bitişikteki bina hâlâ dimdik ayakta duruyor ve bir tek camı dahi kırılmamıştır…

Pek çok kişi gibi, “Devlet buralara hiç uğramadı mı?” sorusunu benim sormamı beklemeyin,

Ben devleti çok iyi tanıyorum.

Devlet buradadır fakat yerlerde sürünerek gezdiği için görünmüyor…

Bizim için “kader planı” böyle çizilmiş demek ki!..

***

Uzmanlara göre:

Pazarcık merkezli aletsel büyüklüğü 7,7 olan ve 15 saniye aralıkla gerçekleşen peş peşe iki deprem oldu.

Yıkım bu yüzden bu kadar büyüktür.

Merkeze yakın istasyonlar bu durumu bir tek deprem olarak algıladılar.

Bu da gayet normaldir.

9,5 saat sonra ise Elbistan merkezli 7,6 büyüklüğünde üçüncü bir deprem daha meydana geldi.

Böyle bir şey kolay kolay görülmez.

İşte yüzeye yakın olan bu deprem, ilk iki depremle iyice yorgun düşen binaları da yerle bir etti.

Olayın en yalın tarifi böyledir.

Ardından 1500’den fazla artçı depremler devam etti…

10 ilde yüz yılın felaketi böyle yaşandı…

***

Uzmanlar der ki:

Ovalara, domates ve hıyar tarlalarına ve de sıvılaşacak zeminlere bina yapmayınız.

Özellikle de bizim gibi deprem kuşağında olan ülkelerde buna çok dikkat etmek gerekir.

Faylara yakın yerlerde; yerleşim alanlarını dağlık ve kayalık alanlar olarak belirlemek, bilimseldir ve en akıllıca yapılacak iştir.

Uzmanlar der ki:

Deprem Yönetmeliği’ne uygun olarak inşaatları yapmak gerekir.

Zira, “depremler değil, binalar öldürür.”

Uzmanlar der ki:

Kesinlikle “imar affı” çıkartmamak gerekir.

Zira bu halde af edilen binalar, oturanların mezarı olurlar…

***

Siyasi iktidarlar, 1955-2002 yılları arasındaki 47 yılda, 8 defa imar affı çıkarttılar.

Son 20 yılda ise 9 “imar affı” çıkartıldı.

Sahi, “imar affı” nedeniyle toplanan ve “kentsel dönüşüm” için kullanılacağı söylenen 26 milyar lira ne oldu?..

Bir de “deprem vergisi” vardı, değil mi?

İlk çıktığı 2000 yılından bu yana, deprem vergisi olarak 34.5 milyar dolar toplandı.

Bu para ile 1 milyon TL maliyetle, 650 bin konut inşa edilebilirdi.

O konutlar neden yapılmadı, toplanan paralar nerelere harcandı?..

Sormayalım mı?..

***

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un açıkladığına göre:

İmar Barışı için 2018 yılında Gaziantep’te; 76 bin 605, Hatay’da 71 bin 738 başvuru yapılmış…

Başvurdular da ne oldu peki?

Vatandaşın kaçak evleri mezarları oldu!

Üstüne bir de para ödediler…

Ülke böyle idare edilebilir mi Tanrı aşkına?..

***

Japon deprem uzmanı Yashinori Moriwaki imar affı için:

Genel af anlaşılır, çünkü insan pişman olur ya da kendini düzeltebilir. İmar affı anlaşılmaz, çünkü dayanıksız ya da hasarlı beton pişman da olamaz, kendini de düzeltemez” diyor.

Moriwaki, “Marmara’da büyük deprem kapıda” diyerek de yetkilileri uyarıyor…

Bakalım bu uyarının gereğini yapacaklar mı?

Ekrem İmamoğlu’na da çok iş düşüyor tabii ki..

Hadi bakalım, göster kendini Karadeniz uşağı…

***

Bir de Kamu İhale Kanunu vardı, hatırladınız mı?

Yürürlüğe girdiği tarihten bu yana 200’e yakın değişikliğe uğratılmıştır.

O güzelim yasayı kuşa çevirdiler.

Nedendir acaba?

Bunlar kanun yapmayı mı beceremiyor, yoksa ihale yapmayı mı bilmiyorlar?

Bu değişikliklerle kimlere, ne kadar rant sağlandı?

Sorulmayacak mı?..

***

Aklın yolu birdir:

Bilimin dediğine göre hareket etmek, bilime saygısı olmayanları da yönetime getirmemek gerekir.

İmar affı, bilime aykırı bir uygulamadır.

Bu kesindir.

İlk bakışta bize yapılmış “hizmet” gibi gözükse de gerçekte öyle değildir.

Bir millete yapılabilecek en büyük kötülük imar affıdır.

Hal böyle olunca, kendi kendimize en büyük kötülüğü biz yapmış olmadık mı?

Demek ki, yaşadığımız felaketin birinci derecedeki sorumlusu, biziz kendimiziz…

***

Buyurun size söylediklerimin ispatı:

7,4 büyüklüğündeki 17 Ağustos 1999 depreminde, Kocaeli’ndeki Tavşancıl Mahallesi’nde bir tek bina yıkılmadı.

Aynı şekilde, daha büyük olan bu depremde de Hatay’ın Erzin İlçesi’nde bina yıkılmadı ve bir tek can kaybı olmadı.

Yerleşim yeri kurmak için zemin seçiminin nasıl olması gerektiğinin en çarpıcı iki örneğidir bu ilçelerdir…

Her ikisinin de yerel yöneticilerini de tebrik etmek gerekir…

***

Peki, buna ne diyeceksiniz?

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali İhsan Göker’in depremle ilgili açıklamasından söz edeceğim.

Bu fizik (ilahiyat değil) profesörümüz diyor ki:

Deprem ve binalar öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni. Depremde ölenler aynı anda Mars’ta bile olsalar yine öleceklerdi.”

Bu mantığa göre, eceli gelmeyenler Tavşancıl ile Erzin’e mi toplandılar!

Söylenecek daha çok söz var ama yerim dar.

Demek ki, bundan böyle fizik ve coğrafya derslerine daha bir önem vereceğiz…

***

Böyle günlerde siyaset yapılır mı” diye sitem edenlere de bir küçük hatırlatma yapalım:

AKP Sözcüsü Ömer Çelik, “Cumhur İttifakı olarak hepimiz sahadayız” açıklamasını yaptıktan sonra, AKP Menemen İlçe Başkanlığı da İzmir Valiliği’nin halktan topladığı deprem yardımlarının yüklendiği TIR’dan valiliğin parkartını söküp, parti pankartı asarak aklınca parti görevi yaptı.

Böyle acı bir olay, basit kasaba siyasetine alet edilir mi?

Ediliyor işte…

Utanmadan bir de TIR’ın önünde fotoğraf çekip, sosyal medyada yayınladılar.

Ailesi inşaatçı çıkan AKP eski Milletvekili Nursel Kocabaş Reyhanlıoğlu, arama kurtarma çalışmaları için gönderdiği ekipleri yerinde denetlemek amacıyla deprem bölgesine gelen İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na, “İngiliz uşağı, defol” diyerek hakaret etti.

Hakaret bu dönemin modası oldu.

Merkezi yönetimin aldığı tedbirler ise evlere şenlikti:

Depremzedelerin yardım istemek için sürekli kullandıkları ve etkili şekilde haberleşmeyi sağlayan, “Twiter” ile “TikTok”a 9,5 saatlik kısıtlama getirildi.

RTÜK, depremi haberleştiren kanallara tehditler savurdu…

Nurettin Nebati ise durumu şöyle özetledi:

Herşey kontrol altında. Burada sıkıntı, sosyal medyada yapılan yanlış haberler. Bunun ciddiye alınmamasını istiyoruz.”

Reis ise her zamanki gibi esip gürledi; hükümeti eleştirenlere verdi veriştirdi:

Şerefsizler” dedi…

Pardon ama siz siyaset yapmayın mı demiştiniz?..

***

Eğer bu “istisnai durumlar” ve densizlikler yaşanmasaydı:

7’den 70’e bu yüz yılın dayanışmasını gösterdik, diyebilirdik.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, yine de gösterebiliriz, umutsuzluğa kapılmayınız…

Bunun için sizlerin de Nebati’yi ciddiye almaması gerekiyor…

Çünkü bu ülke hepimizindir…

***

Geldik son sözümüze:

Önce sorumlu olanları belirleyelim ve son noktayı koyarız.

Can kaybı ve hasarın bu kadar büyük olmasının başlıca sorumluları şunlardır:

-Malzemeden çalan müteahhitler,

-Kurallara uymayan mühendisler,

-Denetleme görevini yerine getirmeyen yerel yöneticiler,

-Denetleme görevini yerine getirmeyenleri denetlemeyen merkezi yöneticiler,

-17 kez imar affı çıkartan siyasiler,

-Ölümlere ve maddi zararların ortaya çıkmasına sebebiyet verenler hakkında kanuni takibat yapmayan ve hak ettikleri cezaları vermeyen yargı organları,

-Halka gerçekleri olduğu gibi anlatmayan medya organları,

Ve:

-Yurttaşlık bilinci ile hareket etmeyen, hak ve yükümlülüklerini bilmeyen biz vatandaşlar…

***

Öyle de doğruya da doğru demek gerekir:

Büyük felaketler öncesinde ve sorasında birbirimizi yiyoruz, elimiz ayağımıza dolaşıyor.

Hakaret, küfür gırla gidiyor…

Notumuz: On üzerinden sıfır.

Ama felaket sonrasında müthişiz.

10 üzerinden yıldızlı 10’u her zaman hak ediyoruz…

Tekbiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir, tekbiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir!..

Av. Cemil Can

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir