KONUK YAZARLAR

“CESUR” SAVCILAR…

sari-okuz_1

… ve “BEDEL ÖDEYECEK” AYDINLAR!..

“Dost ve müttefikimiz” ABD,  2013 Terörle Mücadele Raporu’nda; Türk vakıflarının terörü finanse ettiğini vurgulamış. Her yıl 195 ülke ve 14 bölgede “özgürlük raporu” hazırlayan ABD’deki düşünce kuruluşu “Freedom House” da Türkiye’yi “kısmen özgür ülkeler”  grubundan, “özgür olmayan ülkeler” grubuna düşürmüş!..  Dışarıdan görünüşümüz aynen böyle…

Gelelim içeriye:

Başbakan ve Cumhurbaşkanı Ağustos’da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi ile meşgul. Onların derdi kendi gelecekleri. Kılıçdaroğlu,  ise, Salı günü yapılacak olan grup toplantısında; kendisini ifadeye çağıran Savcı Mehmet Demir’in “olay fazla abartıldı” şeklindeki sözlerine, cevap verecekmiş. Ana muhalefet, laf ebeliğinde bayağı deneyim kazanmış gibi. Hazret, bir önceki grup toplantısında, “cesur, yiğit, namuslu” bir savcı arıyordu… CHP’yi,  “grup toplantısı partisi”ne dönüştürdükten sonra, bu durumu yadırgayan da kalmadı artık!.. Çok yerinde bir tespitle Y-CHP, ana muhalefet görevini, kadrolu şakşakçıları  ve genel başkan yalakaları eşliğinde, Salı günü  yaptığı grup toplantılarındaki gevezelikle sınırlandırdı!.. Her şeyden önce bu tespiti yapalım, zira hayati önemi sahiptir ve bundan sonraki çıkış noktamız olacaktır…

Kemal Bey’in, Y-CHP Genel Başkanı sıfatı ile   “dürüst devlet memurları” olarak lanse ettiği Cemaat savcılarının, artık haber değeri  dahi kalmayan, 17 ve 25 Aralık’ta başlattıkları soruşturmalar üzerine, yeniden görevlendirilen savcıların verdikleri “takipsizlik” kararı, beklenen bir durum olarak değerlendirilip, tuhaf bile karşılanmamış…  Kemal Bey’in,  “dürüst” savcılarını atayan HSYK ise, şimdi aynı savcılar hakkında, “yolsuzluk ve rüşvet soruşturması”nı başlattıkları için soruşturma izni verdi…

Ana muhalefet, “cesur, yiğit ve namuslu” bir savcı ararken, birden bire 17 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması’nı hükümete karşı “darbe” olarak değerlendiren savcı Mehmet Demir’i karşısında buldu… “Tarafsız ve bağımsız” savcı, Bilal Erdoğan’ın şikâyeti üzerine, “milletvekili dokunulmazlığı”nı görmezden gelerek,  soruşturmaya koyuldu… Yiğit savcı, 76 milyonla alay eder gibi, ana muhalefet partisinin genel başkanını 10 gün içerisinde ifade vermek üzere, sanık sıfatı ile ayağına çağırıyordu!.. Yargının içerisinde bulunduğu acıklı durumu bu haber özetlemeye yeter…

Bu hukuksuzluğa CHP’den verilen yanıt, içerisinden geçmekte olduğumuz dönemi özetliyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, HSYK’ya verdiği şikâyet dilekçesinde: Milletvekilleri hakkındaki soruşturma usulünün uygulanmamış olmasını, “kamuoyunun adalete olan güveninin sarsılmasına ve kişiye özel uygulama yapılması kanaatine varılmasına neden olacaktır” gerekçelerine dayandırmıştır… Y-CHP’ye göre, bu soruşturmaya kadar “adalete güven” sarsılmamış ve “kişiye özel uygulama”  yapılmamıştır!.. “Hakim teminatı”nın bulunmadığı, “bağımsız ve tarafsız yargı”nın yok edildiği bir ülkede, devletin temeli olan  “adalet”ten söz edilemeyeceğini hukuk fakültesi birinci sınıf öğrencileri dahi bilir. Yeni CHP başka bir gezegende mi yaşıyor? Bu nasıl bir mantıktır anlamak mümkün değil!..

Bülent Tezcan’ı bu harika (!) tespitinden dolayı kutlamak gerekir!.. Olmayan bir şeyi var göstermek, sanki ana muhalefetin görevidir!..  Aferin Bülent Tezcan, sen de  sonunda görevini yaptın!..

***

Çağdaş demokrasilerde “cesur, yiğit, namuslu” olarak nitelendirilen kahramanlara ihtiyaç duyulmaz!..

Bu nitelikler, kamu hizmetlerini gören, kamu görevlilerinde aranmaz. Belki parti liderlerinde aranabilirler, o kadar yani. Çünkü kamu görevlileri, yürürlükteki mevzuat hükümlerini uygulamakla görevlidirler. Takdir yetkileri ise son derece kısıtlıdır. Yürürlükteki yasaları uygulamaktan hiçbir şekilde kaçınamazlar. Bağlı oldukları üst kurullar için de durum aynıdır. O bakımdan “hukukun üstünlüğü ilkesinin” egemen olduğu devletlerde, “kahraman” kamu görevlilerine ihtiyaç duyulmaz!.. “Kurallar” ve “kurumlar”  bu işi görürler. Kahramanlardan beklenen görevlerin gerektiği gibi yapılıp yapılmadığını o kurumlar denetlerler. Demokratik yönetimler, “kahraman”ların varlığına bağlı olsaydı, kahramanların ölümü ile her şey sona ererdi!..

Çağdaş demokrasileri yaşatan kuralların başında “kuvvetler ayrılığı ilkesi” gelir. Bu kuralı uygulamakla görevli olanların başında; TBMM, AYM, HSYK, yüksek mahkemeler ve hükümet gelir… Türk halkı adına egemenliğin belirli bir kısmını kullanan güçlerden biri, “kuvvetler ayrılığı ilkesi”nin ihlal edilmesi söz konusu olduğunda;  örneğin, yasama veya yürütme organından birinin, yargıya müdahale etmesi halinde, bu müdahalenin şekline göre, ilgili yere (genellikle Anayasa Mahkemesi’ne) başvurularak, müdahaleyi engeller… Anayasa Mahkemesi, yürütmenin etkisi altına girmişse, bu noktada sözün bittiği yere gelinmiş demektir. Şimdiki gibi kuvvetler tek elde toplanmış kabul edilir. Bundan sonraki mücadele, ancak miting meydanlarında yapılabilir. Kısır döngü içerisinde, (grup toplantıları gibi)  aynı şeyleri tekrar ederek zaman kaybedilmez. Durum bütün çıplaklığı ile halka anlatılır… Çözüm halktan istenir…

Demokrasilerde “kahraman” aranmasına gerek bırakmayacak kurallardan bir diğeri de, “hukukun  üstünlüğü ilkesi”dir. Bu ilke, Türk Milleti adına “egemenlik hakkı”nı kullanan erklerin tümünün, yürürlükteki yasalara uymak zorunda olduğuna işaret eder. Başka bir deyişle,  bir ülkede hiçbir kişi ya da kurum, yürürlükteki yasalar yerine, kendi iradesini dayatamıyorsa, o ülkede “hukukun üstünlüğü ilkesine” uyuluyor denir… Aksi halde,  “hukukun üstünlüğü ilkesi”  yerine, “üstünlerin hukuku ilkesi”  geçerli olur ki, böyle bir yönetim,  bir anda faşizme dönüşebilir… Yönetim faşizme doğru yol alıyorsa, yine görev muhalefete düşer. Bu noktaya gelindiğinde de, mücadele alanı bütün yurt sathıdır. Gerektiğinde “sine-i millet”e (1) bile dönülür… Bu konuda en küçük bir tereddüt yaşanmaz!..

Çağdaş demokrasilerde, hukuku çiğneyen kamu görevlilerinin ortaya çıkarttıkları sonuçlar,  “bağımsız ve tarafsız”  yargı organlarının önüne getirilirler. Yargı organlarının kararına uymama hiçbir şekilde akıldan bile geçirilemez. Aksini yapan yönetimler ise, muhalefet tarafından derhal gayrimeşru ilan edilirler. Bu bağlamda, meşruiyetini kaybeden iktidarlarla bir daha görüşülmez. Örneğin; 2010 Referandumu’nda geçen ve yargı bağımsızlığını yok eden maddeleri, “kırmızıçizgi” olarak ilan edip, görüşme dışı bırakılmış bir iktidarla, yeni anayasa yapmak üzere hiçbir şekilde masaya oturulmaz. Çünkü iktidarın demokrasiyi araç olarak gördüğü ortaya çıkmıştır.  Oturulursa eğer, gayrimeşruluğun üzeri örtülerek, yaptıklarına meşruiyet verilir… Bu tutum, halkı aldatmak sonucunu doğurur ve ihanetle eş değerdedir… Demokrasinin olmazsa olmazı olan “laiklik ilkesi” de gözbebeği gibi korunmak zorundadır. Laiklik ilkesini tanımayan, devleti “Şeriat” kurallarına göre yönetmek arzusunda olan bir partinin çıkarttığı yasalara, “elbette halk dinini öğrenecek” diyerek destek verilemez. “Siyasi simge” olduğu tartışmasız olan ve laiklik ilkesine ters düşen “türban”, muhalefet eliyle Meclise sokulmaz. “Analar ağlamasın” sözünün arkasına gizlenerek, bölücü teröre destek verilmez. Devletin bölünmez bütünlüğünü  sağlayacak olan TSK’ya karşı kurulan kumpasa, “Ordu darbecilerden temizlenmeli” diye destek verilmez!..

***

Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden uzaklaşan, devletin kurumlarının itibarsızlaştırılmasında rol alan bir adam, elbette ki bir gün cesur savcılar arayacaktır, bir başka gün ise bedel ödeyecek aydınlar!.. Kendinde bulunmayan özellikleri dışarıda arayan bir lider, dünyanın neresinde görülmüştür? Böyle bir kişilik, seçimleri kazansa bile, YSK engelini aşamaz. Pısırık, korkak ve işbirlikçi olanlar, seçilseler  bile seçim kurullarından mazbatayı alamazlar!..  Taze taze örneklerimiz var! Atatürk ve İnönü’yü itibarsızlaştırma yarışında önde giden; Seyit Rıza ve Şeyh Sait gibi gerici hainleri önder bilen, Fetullah Gülen’in dizinin dibine çöken birinin, zaten demokrasi mücadelesi diye bir derdi de olamaz!.. İsterseniz geçmişine bakın!..

***

1 Mayıs’ta gençlerin boynuna zorla “poşi” takarak, fotoğraflarını çekmeye kalkışan sahte kanıt üretme uzmanı polisleri de gördükten sonra, sahte CD’ler üreterek, TSK’yı kafese kapatan, Cemaat’le işbirliğine hazır muhalefeti, “yandaş”  olarak nitelendirenlere haksızlık etmeyeceğiz. Bu tespiti yapanlar,  yerden göğe kadar haklılar…

Bu yüzden eleştirilerimizi, görevini gereği gibi yapmayarak, ülkeyi bugünlere getiren muhalefet partilerine yöneltmek zorundayız. İktidardan sonra,  ikinci derecede sorumluluk taşıyan; başkalaşım içerisindeki yeni CHP ve yeni MHP yönetimleridir. Bir başka yalın gerçek de; önümüzde gerçek bir muhalefet partisi olmadan demokrasi mücadelesi veremeyeceğimizdir! Muhalefet partileri “yandaş” veya “ele geçirilmiş” ise, yapılacak olan tek iş var; o da ele geçirilmiş partileri geri almak veya bu mümkün olamıyorsa yenisini kurmaktır. Bu nedenle muhalefete muhalefet yapmak, yanlış değildir ve en başta gelen görevimiz olmalıdır. Asıl iktidarın işine gelen davranış: Muhalefeti eleştirmeyi; iktidarın işine gelir mantığı ile engellemek veya erteletmektir…

Milletvekilliği dokunulmazlığına dokunan savcı, gençlerin boynuna zorla “puşi” takan polis ve 1 Mayıs nedeniyle, metrobüs bulamayan ve yolların kapatılması üzerine karşıya nasıl geçeceğini soran genç kadının yüzüne tokat indiren polisin hareketini, “Hak ediyor bunlar” diyerek onaylayan yurttaşı, eleştirerek, sonuca asla ulaşamayız!.. İktidar ve muhalefetin birlikte hazırladıkları bataklıkta, üreyen sivrisinekleri, tek tek yok ederek sorun çözemeyiz!..

***

İkiyüzlü, içten pazarlıklı, kişiliğine güvenilmez ve kimseye güvenmeyen bir adamı; Atatürk’ün partisinin başına kimler nasıl getirdi? Bu durumu sorgulamadan bir adım atmak bile mümkün değildir. Cumhuriyeti kuran CHP’nin son lideri, ABD Büyükelçisi ile bir otel odasında baş başa ne konuşur? Partililerinden, yol arkadaşlarından ve oy istediği halkından gizlediği ne olabilir? Böyle bir adamın peşinden nereye kadar yürüyebiliriz? Yolun sonuna gelmedik mi?..  Yerel seçim sonuçlarını bile “başarılı” bulan bu şaşkın adamı, T.C.  hükümetinin başında görmektense, bir süre daha AKP faşizminin balyozu altında yaşamayı tercih eden halk, haksız mı?.. Belki  “başarılıyız” sözünü bize değil de, kendisini,  bir kaset operasyonu ile göreve getirenlere söylüyordur. Onların verdiği görev: CHP’yi muhalefet yapamaz hale getirmek ve karşıdevrimin önündeki taşları  temizlemek idiyse, Kemal Bey oldukça başarılıdır!..Hakkını yememek gerekir…

***

Erdoğan’ın “milli idare” diye diye ele geçirdiği ve temel işlevinden uzaklaştırdığı anayasal kurumlar, kısa bir süre sonra hükümetin hukuk dışı icraatlarının “onay” makamı haline getirildiler… İktidar, bu yöntemle, devleti ele geçirme operasyonunu yürütürken,  muhalefet seçilmiş milletvekillerini dahi tutuklu olmaktan kurtaramamıştır. Bu komediye “danışıklı dövüştür” diyenler de haksız değildir. Hükümetin elinde etkili bir silaha dönüştürülen “milli irade” kavramını, muhalefet ağzına ayıp bir söz gibi nedense hiç almamıştır.  Halkın umudu gibi sunulan Kılıçdaroğlu,  kendi koyduğu Meclis boykotunu kırarak en kötü sınavını vermişti!.. “Sarı Öküz” (2) kıssası ile eşdeğerde olan bu durum, muhalefet açısından sonun başlangıcıydı, ama biz anlayamadık… Yıllar içerisinde yaşananlar ve Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ın yukarıdaki son beyanı ile herkesin yeri belirlenmiştir!..

Doğrusunu söylemek gerekirse, Kılıçdaroğlu’nun,  kendisine yöneltilen eleştirilere karşı  “Kamikaze mi yapalım?” diyerek, acizliğini itiraf ettiği gün, bizim bu savaşı kaybedeceğimiz korkusu yüreğime düşmüştü. Beklenen tehlike gerçekleşti artık. Sonunda laik Cumhuriyeti de yerle bir ettiler. Cumhuriyeti yeniden kurmak için verilecek mücadelede, onu yıkanlarla işbirliği edenlere ihtiyacımız olacağını hiç sanmam!.. Omurgasız oldukları için dik duramayanları anlayabiliriz de, sürekli “kamu spotu” gibi mesajlar vererek halkın direnme azmini öldürenleri af edebilir miyiz

 bilemem!..

Av. Cemil Can

DİPNOTLAR:

(1) http://www.uludagsozluk.com/k/sine-i-millet/

(2) http://www.hurriyet.com.tr/gundem/18127392.asp