KONUK YAZARLAR

DİYANET’İN “KARŞI DEVRİMCİ” ROLÜ!..

Diyanet’in kuruluşunun yüzüncü yıldönümünde Başkan Prof. Dr. Ali Erbaş, Devletin ve Diyanet’in kurucusu (1) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlere emanet ettiği (2) Türkiye Cumhuriyeti’nin, hafızlara emanet edileceğini (3) ilân etti!

Erbaş’ın aynı konuşma içerisinde “millet olmayı” değil de “ümmet olmayı” önemseyip öne çıkarması manidardır.

Hafızlara:

Hayatınızı Kur’an’a göre tanzim edeceksiniz” tavsiyesinde bulunması ise açıkça Anayasa ihlâli ve meydan okumadır.

Şeriyye ve Evkaf Vekaleti‘nin yerine 3 Mart 1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) görevi Anayasamızın 136. maddesinde:

Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” (4) şeklinde –bir emir cümlesi ile- tarif edilmiştir…

Bu görev yerine getirilirken; hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde; “laiklik ilkesi doğrultusunda” hareket edileceği ve “bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalınacağı” vurgulanmıştır…

***

Erbaş’ın, yüz yüze seslendiği hafızlara ve bu arada kendisini devletin radyo ve televizyonlarından dinleyen gençlere, –ki bunların arasında başka dinlerin mensupları; Hristiyanlar, Yahudiler, Budistler, Hinduistler, Şamanistler, Zerdüistler, Tengristler, halk dinlerine mensup olanlar, puta tapanlar, deistler, agnostikler, ateistler vb. gibi farklı inanç tercihleri bulunan yüzbinler, belki de milyonlarca yurttaşın– hayatlarını hangi dine göre tanzim edeceklerini tavsiye etmesi, laik bir devlette aleni olarak suç işlemektir, yürürlükteki yasaları hiçe saymaktır…

Her ne kadar 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’unun 1. maddesinde DİB’in görevinin:

İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” (5) olarak belirlenmiş ise de bu hüküm Türkiye’nin çağdaş ülkeler liginde olmadığını göstermektedir.

Yasa ile “kamu hizmetinden”te diğer din ve inançların ayrı tutulması anlaşılır gibi değildir.

Bu Yasa, Anayasa’nın 136. maddesine aykırı olmaktan başka, kanun yapma tekniğine (genellik ilkesine) de aykırı olarak düzenlenmiştir…

***

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, İslâm Dini’ni din tüccarlarının elinde siyaset malzemesi olmaktan kurtarmak ve hurafelerden arındırarak orijinal haliyle öğrenilmesini temin etmek ve bu şekilde; “biat eden” kullar yerine, “düşünen ve sorgulayan yurttaşlar” yetiştirmek amacıyla kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı, aradan geçen 100 yıl içerisinde kendisini geliştirip çağa uyduracak yerde, tam aksi bir işleve bürünerek gericiliğin bayrağını taşıma rolünü üstlenmiş bulunmaktadır.

Milli bayramlarda ve özellikle de Cuma hutbelerinde Mustafa Kemal’in adının anılmaması ayıbı, neredeyse bir “kural” haline getirilmiştir.

Bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı‘nın Cuma gününe denk gelmesi münasebetiyle Cuma Hutbesi’nde Atatürk’ün adının anılması ve Büyük Taarruz’un özetlenerek Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya saygı sunulması, hangi inançtan olursa olsun her Türk vatandaşının yüreğine, birazcık olsun su serpmiştir.

Ne yazık ki, vatanımızı düşman işgalinden kurtaran ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan ebedi şefimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün böyle özel günlerde adeta yok sayılması (6) siyasi iktidarın bilinçli bir tercihi gibi durmaktadır.

Hutbelerde şehitlerden söz ediliyorken onlara savaşın emrini veren ve komuta eden kahraman komutanları unutturulmaya çalışılması yurtseverlikle asla bağdaştırılamaz.

Üstelik de bir kamu kurumu aracılığı ile bu iş yapılıyorsa hiçbir şekilde izahı olamaz…

***

22 yılda bir defa da olsa Diyanet’in:

“Büyük Taarruzun Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere onun tüm silah arkadaşlarını, istiklal mücadelemizin bütün kahramanlarını ve bu toprakları bizlere vatan kılan ecdadımızı şükran ve minnetle yâd ediyoruz” (7) diyerek Cuma hutbesinde yaptığı hatayı düzeltmesi yine de “takdirle” karşılanmalıdır…

7 yılda 42 ülkeye gidip Anıtkabir’e bir kez olsun gitmeyen (-8-) Diyanet İşleri Başkanı’nın bu son tutumunu yine de ihtiyatla karşılamak gerekir…

***

8 bakanlıktan daha fazla bütçeye sahip (9) ve Anayasal bir kurum olan DİB’in, Anayasa’da yazılı görevinden uzaklaşarak, “Şeriat Devleti oluşturmak isteyenlerin en önemli aracı olarak faaliyet gösterdiği milyonlarca yurttaşın üzüntü kaynağıdır:

Diyanet, ÇEDES (10) ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatı içerisine girmiştir.

Ailelere, öğrencilerin “seçmeli ders” olarak din dersi okumalarını tavsiye etmektedir.

Yurt içinde ve yurt dışında taşınmaz mallar edinerek ve iktisadi işletmeler kurarak, ticaretin de içerisine girmiştir.

İş bulabilmenin ve işe girebilmenin yegane anahtarının imam-hatiplerde olduğu kanısı neredeyse yerleşmiştir…

Bu faaliyetleri ile Diyanet kuruluş amacından iyice uzaklaşmıştır…

***

Diyanet’in bugün itibariyle yürüttüğü faaliyetler, “millet egemenliği”ne ve “milli irade”ye de açıkça aykırıdır.

Bir anlamda “Şeriat Devleti”ne (11) geçiş için zorunlu alt yapı faaliyetlerini sürdürmekle “karşı devrimci” bir rol üstlenmiş bulunmaktadır…

Ne yazık ki muhalefet partileri, “dinsizlikle” veya “din düşmanlığı yapmakla” suçlanma korkusu altında, bu kötü gidişe ve hukuksuzluğa karşı etkili muhalefet yapamamaktadırlar.

Diyanet Akademisi”ne karşı Anayasa Mahkemesi’ne bile başvurmayı beceremeyen muhalefetin, bu edilgenliğinden yararlanan Siyasal İslâmcılar, son 22 yıl içerisinde “karşı devrim” için çok önemli yol kat etmişlerdir…

Örgütsüz halkın yapabileceği pek fazla bir şey yoktur!

Halkın yegane örgütü ise siyasi partilerdir.

Onlar da uykuya dalarsa, yarınlarda her şey için çok geç kalınabilir…

Av. Cemil Can

DİPNOTLAR:

(1) Diyanet İşleri Başkanlığı Mustafa Kemal Atatürkün emriyle 429 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur

https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Person/PresidentDetail/25/mehmet-rifat-borekci

(2) “Efendiler, bu Nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.

Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.

https://kho.msu.edu.tr/hakkinda/harbiyeli_ataturk/nutuk/20/1.html

(3) https://diyanet.gov.tr/tr-tr/Kurumsal/Detay/36834/vatanimizin-gelecegini-hafizlarimiza-emanet-edecegiz

(4) https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=2709&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5

(5) https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.633.pdf

(6) https://www.diyanethaber.com.tr/30-agustos-2024-cuma-hutbesi

(7) https://diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/36843/diyanet-isleri-baskanligindan-30-agustos-zafer-bayrami-mesaji

(-8-) https://tele1.com.tr/ali-erbas-7-yilda-42-ulke-gezdi-anitkabirin-onunden-bile-gecmedi-1130999/

(9) İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, AB Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Çevre Şehircilik ve İklim Bakanlığı ve Ticaret Bakanlığının bütçelerinden fazla olan Diyanet İşleri Bakanlığının bütçesi 2024 yılında 91 milyar 824 milyon 805 bin liraya yükseltildi. Türkiye’deki 11 ilin (Artvin, Ardahan, Bartın, Bayburt, Bilecik, Çankırı, Erzincan, Gümüşhane, Iğdır, Kilis ve Tunceli) nüfusundan fazla personeli bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nda 211 bin 164 kişi istihdam edilmektedir. Kamu kurumlarının personel ihtiyacı çoğunlukla yatay geçişle” Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan karşılanmakta, bu şekilde bütün kurum ve kuruluşlara imam-hatipliler “mülâkat” usulü ile yerleştirilmişlerdir.

https://haber.sol.org.tr/haber/diyanetin-personel-sayisi-11-ilin-nufusunu-asti-388198

(10) Proje kapsamında “manevi danışman” olarak görevlendirilen imam, vaiz, din hizmetleri uzmanı ve Kur’an kursu hocaları, okullarda öğrencilere “değerler eğitimi” veriyor ve seminerler gerçekleştiriyorlar.

https://www.bbc.com/turkce/articles/c87nrz2nkl1o

(11) ”Demokratik hukuk devletinde “güçler ayrılığı” ilkesi yanında “Anayasa Mahkemesi” gibi denetleme organları vardır. Kur’an ve Sünnet’i esas alan Şeriat Devleti’nde, bütün güç Tanrı adına halkı yöneten kişide toplanmıştır. Güçler bölünemez…

Tanrı’nın vekili olmak üzere iktidara sahip olan kişi, bu iktidarlarından bazılarını yine kendine mutlak olarak bağlı bazı kişilere bırakabilir. Osmanlı devletinde “hürriyet mücadelesi” yapan Yeni Osmanlılar (Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi, Mithat Paşa vb. ) bile, merkeziyetçilik sistemine karşı gibi görünseler de “padişahın çıkarlarını ve iktidarını” halkın çıkarları ile uzlaştırma amacına yönelmişlerdi.

Egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete ait bulunduğu ve milletin kendi kendisini kendi hür iradesine göre yönetmesi gerektiği ve kişinin doğal hak ve hürriyetlerinin hiçbir güç, hiçbir emir ve hüküm ile yok edilemeyeceği fikrine dayanan BATI DEMOKRASİSİ anlayışının hemen her şeriat ülkesinde reddedildiğini görmekteyiz.

İslâm’da devlet anlayışında tek Tanrı, Tek Kitap ve tek Sünnet fikri yatar ve demokrasinin hiçbir çeşidi bu fikirle uyuşmaz.

İnananların başı olan kişi (Padişah), Tanrı tarafından emredilmiş veya yasaklanmış hususlara göre toplumu yönetir ve böyle bir yönetime Müslümanlar itaat etmekle görevlidirler.

Hal böyle olunca “halk egemenliği” veya “millet egemenliği” bakımından Osmanlı devleti 19. yüzyıl sonlarında bile Orta Çağ Avrupa’sından geride idi.

Sadrazam Rüştü Paşa, cehalet içerisinde yaşayan bir halka hürriyetler tanımanın tehlikeli olduğunu ve bunun memleketi anarşik durumlara götürebileceğini ileri sürüyordu.

Fetva emini ise, Anadolu’daki ve Rumeli’deki Türk haklarının son derece cahil olduklarını , bu cahillere hak tanınamayacağını ve Şeriat hükümleri dışında idare etmenin caiz olmayacağını savunuyordu.

Ancak ne var ki, halkın cahil olduğunu ve devlet ve hükûmet yönetimine hiçbir şekilde katılmaması gerektiğini savunanlar, yüzyıllar boyunca halkı cahil bırakanların kendileri olduğunu düşünerek vicdan azabı duymamışlardır.

Sanılır ki din adamının devlet siyasetine alet edilmesi ve din ve devlet işbirliği halinde bulunması geleneği, Abbasi halifeleri ile başlamıştır. Halbuki İslâm din ve devlet ayrılığı diye bir ayırım tanımadıktan gayri, aksine devletin başlıca görevinin DİNİ UYGULAMAK VE YAYMAK OLDUĞU tezine dayatılmıştı.”Uhrevi” ve “Dünyevi” iktidarların birbirinden ayrılmasını düşünmek dahi “dinsizlik” olarak kabul edilmekteydi.”

Şeriat devletinde “meşveret” usulünün bulunduğu ve bu nedenle Şeriat Devletinin “demokratik” nitelikte olduğu” görüşü doğru değildir. Geçen yüzyılın sonlarında savunulmaya başlanan; ‘iktidar sahibinin, yöneticilerin ve yetkililerin, halka ve halkın temsilcilerine danışarak toplumu yönetmeleri gerektiği fikrinin dayanağı olarak gösterilen; Neml Suresinin 29-32 ayetleri ile Şura Suresinin 36. ayetinin devlet yönetimiyle ilgileri yoktur. (Birincide onlara danışın” denenler inkarcılar, ikincide “aranızda danışın” denenler ise karı ile kocadır.)

Kur’an hükümlerini kendi amacına uygun şekle sokabilmek ve böylece görüşlerine güç kazandırmak için ayetlere bambaşka anlamlar verilmekten kaçınılmamıştır.

İslâm’da “halk iradesi“nin (çoğunluk iradesinin) veya “milli irade“nin yeri yoktur.

İlk prensip Tanrı ve Peygamber iradesi üstünde başka irade olamayacağı ve bu iradeye kayıtsız ve şartsız boyun eğmek gerektiği prensibidir.”

Bu yüzden de Diyanet İşleri Başkanlığının el altından savunduğu Şeriat devletinde, laiklik ilkesi yaşayamaz/yaşatılamaz!..

(Bu kısa not; Prof. Dr. İlhan Arsel‘in Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına adlı eserinden (s.123-224) özetlererek alıntılanmıştır. CC)

https://kutuphane.ttk.gov.tr/details?id=427884&materialType=KT&query=Devlet.

 

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir